27 Ağustos 2009 Perşembe

sunshine cleaning (2008)

Little Miss Sunshine'ın yapımcılarından sunshine'lı bir film daha. Bu cuma yani 28 Ağustos'ta vizyona giriyor. Bir önceki film gibi eğlenceli bir Amerikan bağımsız havası var. İki kız kardeş hayatlarını bir kademe üste taşımak, daha iyi para kazanmak için kendi işlerini kurarlar: Ölüm sonrası temizlik şirketi. Amy Adams, Emily Blunt ve Alan Arkin baş rollerde... İzleyelim görelim.



26 Ağustos 2009 Çarşamba

a'dan z'ye tarantino


Inglourious Basterds vizyona girmişken, Empire dergisinin Tarantino külliyatını burada paylaşmak çok yerinde bir hareket olur diye düşündüm. Farklı. Öyle klasik "Tarantino'yu tanıyalım" sıkıcılığında değil.
Buyrunuz burdan.


24 Ağustos 2009 Pazartesi

the way we were (1973)


Bugün nostaljik bir filmle karşınızdayım sayısı iki elin parmaklarını geçmeyen okurlarım. Bir pazar akşam üzeri evde pineklerken karşınıza çıkabilecek en hoş filmlerden biri bu olsa gerek. Robert Redford ve Barbra Streisand'ın "birbirlerine rağmen" sürdürmeye çalıştırdıkları bu aşk hikayesini izlemek insana vallahi de billahi de çok iyi geliyor. 70'li yıllarda Amerikan Sineması ne kadar da inceliklerle doluymuş meğer. Hollywood'un kaba saba halini almadan önceki son dönemleri belki de...
Bu filmi güzel yapan kuru kuruya bir aşk hikayesinden fazlasını barındırması. Dönemin politik koşulları, düşünce ayrılıkları ve iki sevgilinin bu konulardaki taban tabana zıt görüşleri, izlenmesi çok keyifli bir hikaye yaratıyor. Eminim çoğunuz izlemiştir, duymuştur, yarısından yakalayıp bitirmemiştir veya ismini çok duyduğu için izlemese de izledim diyordur. Hiç önemli değil hepimiz insanız. Ben diyorum ki bir daha izleyin.
Buradan da harika şarkısını dinleyin ki romans konseptimiz tavan yapsın.

Yıllar sonra Katie Hubbell'ı yeni sevgilisi/karısı ile yolda görür ve her zamanki hareketiyle eski aşkının saçını düzeltip şu cümleyi sarf eder.

"Your girl is lovely, Hubbell"

Kabullenişin, bırakışın en sade anlatımı olsa gerek.

Not: Bu arada Robert Redford'un gençliğinin, Brad Pitt'in tıpkısının aynısı olduğunu düşünen bir tek ben miyim?

21 Ağustos 2009 Cuma

yönetmen incileri 9

"A film is - or should be - more like music than like fiction. It should be a progression of moods and feelings. The theme, what's behind the emotion, the meaning, all that comes later."
Stanley Kubrick

19 Ağustos 2009 Çarşamba

j.j. abrams' mystery box

J. J. Abrahams'in film ve dizilerindeki gizem ve merak unsuru manyaklığını anlattığı bir video. Merak etmiyor musun?

choke (2008)

Bu aralar vizyondaki filmlerden bir tavsiye yapmam gerekirse o da 2008 yapımı, festival gülü Choke olacaktır. Bir kitap uyarlaması* olan Choke'un konusu o kadar ilginç ki sırf bunun için bile gidilir. Seks bağımlısı bir adam, işsiz, hayatını çeşitli yerlerde boğulma numarası yaparak kazanıyor, ve onu kurtaran insanlardan aldığı yardımlarla yaşıyor. Böyle hafifmeşrep göründüğüne bakmayın ben 2 cümleyle özetleyince olmadı tabi. Siz en iyisi gidip izleyin baş roldeki karakterimizin sefil ve acınası yaşamını...



*Fight Club isimli eseri ile tanıdığımız Chuck Palahniuk'un bir diğer kitabı.


Not: Fight Club kadar başarılı bir film beklemeyin lütfen böyle yazdım diye.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

ıssız adam en iyi filmse...

...kötü olanları düşünemiyorum.
Haberin linkini vereceğim, belki de çoğunuz görmüşsünüzdür. Issız Adam Amerika'da Rhode Island Film Festivalinde en iyi film ödülünü almış. Festivalde ne kötü filmler varsa Issız Adam en iyisi seçilmiş, siz düşünün artık.
Yine de Türk Sineması için güzel bir haber. Milliyetçi duygularla yaklaşmayıp sinemasal duygularla yaklaşırsak, ne alaka? demek daha yerinde olur. Babam ve Oğlum olsa anlayacağım ama bir sürü aksaklığı, eksikliği olan Issız Adam nasıl olur da en iyi film ödülünü alır?
Her şeyden önce şunu itiraf edeyim ben bu filme gittim ve ağladım. Hiç gocunmam. O zamanki ruh halime çok uyuyordu, kendime ağladım muhtemelen. Ama bu bir filmi iyi yapmaya yetmiyor tabi ki. Müsamere kıvamındaki diyaloglar en rahatsız edici kısmıydı. Öğrenilmiş, doğal olmayan espriler filmi istila etmişti. Mekanlar özentiydi. Karakterlerin meslekleri bile gerçek hayatta yaşamadıklarını gözüme gözüme soktu.
Bu filmdeki mekanlar, ancak İstanbul'u hiç bilmeyen birine yani bir turiste ilginç ve güzel gelebilir. Sahte bir otantizm... Ne gerek varsa. Neyse turist olmadığımız için biz yemedik. Amerika'lılar o yüzden sevdiler herhalde. Filmde Amerikan romantik-komedi tarzı espri ve durumlar da bolca kullanılmıştı, onun da etkisi olmuştur.
Hem en iyi film ödülü, içinde birçok şeyi barındırır benim bildiğim. Issız Adam mutlaka ki bu kriterlerin bir kısmını barındırıyor, ama çok azını... Mesela En iyi müzik ödülü gönlümden kopardı. Hakkıyla alır götürürdü. Ama en iyi film! Çok iddialı ne diyeyim.

haber burada

7 Ağustos 2009 Cuma

a serious man (2009)

Cohen biraderlerin yeni filmi. Hiç ünlü oyuncu olmaması ilginç. Merak ettim ben. 2009 October diyor ama kısmet.



5 Ağustos 2009 Çarşamba

the running man (1987)

Bugün nostaljik günümdeyim. 80'lerde ne kadar çirkinmişim, her şey ne kadar anti-estetikmiş ama bir o kadar da saf ve temizmiş. Yeniymiş her şey. Rayban gözlükler, marka tişörtler, jean'ler, spor ayakkabılar heyecan vericiymiş. Daha öncesi yok çünkü, ondan. Neyse konumuza gelelim bu film de öyle bir his yaratıyor bende. Bilimkurgunun nispeten bakire olduğu zamanlar... Konuların henüz kendini tekrar etmeye başlamadığı, yeni olduğu zamanlar... Karanlık bir gelecek ve o gelecekte yanlışlıkla hapse düşmüş masum bir adamın hayatını kurtarmak için eline geçen tek şans: Ölmemek için koşmak. Zaten Türkçe'ye "Ölüme Koşan Adam" olarak çevrilmiş. Efektler harika, karakterler fantastik, Arnold'un zaten altın çağı. Star1 kanalında o dönem yakalayıp da izlemediyseniz izleyin mutlak. Aksiyonlu distopia bu. Hey gidi be olsa da izlesek.


Not: Stephen King'in kısa bir öyküsünden uyarlandığını da ekleyeyim. Bu kadar iyi olması sebepsiz değil elbet.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

il y a longtemps que je t'aime (2008)

Dün akşam izledim. Ne zamandır vizyonda ama ben ancak dvd'den izleyecek kadar istekli olabildim bu filme karşı. Fransız sinemasında sevdiğim ve sevmediğim şeyler var. Sevdiğim şeyler genelde oyunculuk kalitesi, hikayenin sindirilerek anlatılması gibi başlıklar altında toplanabilir. Sevmediğim ise abartılmış "fazla söze gerek yok" kaygısı. Ne olursa olsun iki kız kardeş havaalanında 15 yıl sonra ilk kez karşılaştıklarında iki kelam çıkar ağızlarından. Bunun gibi zorlama sessizlik anları olmasa Fransız Sineması da sevilesi aslında. Bu film özelinde konuşmak gerekirse sevdiğim şeyler ağır basıyor. Kristin Scott Thomas başrolde çok başarılı. Zaten filmi götüren de hikaye boyunca onun yüz ifadesinin ve vücut dilinin aldığı şekiller... O binlerce şey anlatan bakışlar. Kısacası iyi bir oyunculuk izlemeyi özlediyseniz güzel gider.

Bu arada Türkçe'ye seni o kadar çok sevdim ki diye çevrilmiş. Düzgün bir çeviri yapmak gerekirse "Seni uzun zamandır seviyorum" demek daha doğru olur.