28 Ekim 2011 Cuma

melancholia

"a beautiful movie about the end of the world" 

 

 (neden metin büyük harf çıkıyor bilmiyorum blogspot'un azizliğidir kusura bakmayın)

Kendi kendini bu kadar iyi özetleyen bir film tanıtım cümlesi olamaz. Lars Von Trier'in son filmi Melancholia bugüne kadar hiç yapılmamışlarla dolu bir dünyanın sonu filmi. Sıkı bir Trier hayranı olmamakla birlikte (özellikle Antichrist ile beni tamamen kendinden uzaklaştırmıştı sineması) Melancholia'nın bıçak sırtının sınırlarında ustalıkla dolaşan bir başyapıt olduğunu düşünüyorum. Filmle ilgili söylenecek birçok şey var çünkü çok katmanlı bir film (her güzel film gibi) ama görsel mükemmeliyetini, kusursuz casting ve oyunculukları, değindiği konulara kattığı derinliği falan bir kenara bırakıp filmin bana yaşattığı toplam deneyimi anlatmak isterim. Hiç olmayacak bir şeyi tamamen inanarak izledim. Karakterler ve hikaye o kadar derindi ki mavi bir gezegenin dünyaya çarpmak üzere olduğuna ve dünyanın her an sonunun gelebileceğine inandım 2 saat boyunca. 

 

 

Film İki kız kardeşin hikayesi gibi ama aslında daha makro bir derdi var tabi ki: Sezgisel, anlık, acımasızca dürüst bir yaşam anlayışına karşılık ölümden  korkan, kendi sahte dünyasında şekilsel mutluluklar yaşayan bir anlayış. İki kız kardeş Justine ve Claire  bu bağlamda birbirlerine tamamen zıt karakterler. Justine (Kirsten Dunst) manik depresif olduğunu sandığım, sezgileriyle yaşayan, cüretkar, yaratıcı reklam yazarı. Claire (Charlotte Gainsbourg) ise ürkek, toplumsal normlara tamamen hakim, "mutlu" bir eş ve anne. Justine'in nasıl olduysa evlenmeye karar verdiği adamla Claire ve kocasının organize ettikleri düğünlerinde yaşanan olaylar filmin birinci bölümünü oluşturuyor. Justine yaptığı hatayı fark ediyor ve kimseden çekinmeden tüm cüretkarlığıyla kendi düğününü mahvediyor. Çünkü ona göre hayat iğrenç, dünya kötü ve mutlu olmak çok saçma. Bu bölümde Justine topluma uymayan acı çeken çok zayıf bir kadın oluyor.

 

 

Oysa ikinci bölümde yani dünyaya bir gezegenin çarpacağını anladıkları bölümde Claire'in aslında ne kadar zayıf olduğunu izliyoruz. Kurduğu tüm düzenin anlamsızlığı, dünyanın sonu fikriyle tamamen ayyuka çıkıyor ve birinci bölümde ona muhtaç olan küçük kız kardeşi Justine'den ölümü onun kadar metanet ile karşılayamadığı için nefret ediyor. dünyanın sonu gelmektedir Justine hiç olmadığı kadar soğukkanlı çünkü dünya zaten berbattı... Claire o anı bile bir kadeh şarap içerek bir şekle sokmak, "güzelleştirmek" istiyor... Neresinden bakarsan bak bu film insanı alıp götürüyor.

17 Ekim 2011 Pazartesi

pirates of silicon valley

Steve Jobs'un ölümünün ardından ben tv kanalı olsam hemen bu filmi yayınlarım. 1999'da televizyon için çekilen Pirates of silicon valley Apple ve Microsoft'un geçmişini anlatıyor. Sinema değeri olan bir film kesinlikle değil ama benim gibi hikayeyi merak edenler için süper. Steve Jobs ve Bill Gates'in üniversite yıllarından itibaren neler yaptıklarını paralel kurguda güzelce anlatıyor. Her zaman merak edilen Bill Gates'in Steve Jobs'dan "çaldığı" ve Windows olarak piyasaya sürüp paraya para demediği yazılım hikayesinin iç yüzünü gösteriyor.


Ayrıca rahmetlinin arkasından kötü konuşmak istemem fakat Steve Jobs ile ilgili düşüncelerim değişti bu filmden sonra. Tamam normal bir adam olduğunu hiçbir zaman düşünmedik ama kendini sanatçı ilan eden bir faşist olduğunu da bilmiyordum.



Kendini küçük bir Tanrı sanmaya başladığı anda Apple düşüşe geçmiş zaten. Şİrkette çalışanlara insanlık dışı muamelesini, ırkçılık derecesinde insan seçmesini ve en beteri de kendi kızını inkar etmesini Steve'den beklemezdim. Mac vs. Pc reklamlarını takip ediyor, bu iki taraftan birinde kararlı duruyorsanız mutlaka izleyin.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Drive

Cannes'dan geçen bir film olarak merak edip edindim. Yeni bir tanımlama ile geliyorum: Retro-Aksiyon.
Evet bence Drive, 80'lerin havasını taşıyan, özellikle müzikleri ile rahatsız, tekinsiz bir film. Kesinlikle sıradan bir aksiyon filmi değil çünkü zaman zaman çok yavaş. Sanki özellikle eski havası verilmiş yeni bir film gibi. Nedense bende bir Taxi Driver tadı bıraktı. Sebebini anlamak için konuya bir göz atalım.




Kahramanımız (Ryan Gosling), filmlerin özellikle arabalı kovalamalı, patlamalı sahnelerinde dublörlük yapan, aynı zamanda tamirci ve aynı zamanda tamircilik yaptığı dükkanın patronu için ara sıra küçük kirli işlerde şoförlük yapan bir adamdır. Mottosu şudur: "5 dakikalığına seninim. Ne yaptığını bilmek istemiyorum ne zaman nerede olacağımı söyle yeter. İşin bitince seni alırım ve soru sormam, sadece arabayı sürerim." Ama bu etliye sütlüye karışmayan isimsiz kahramanımız, bir gün komşusu (Carrey Mulligan) ve onun tatlı oğlu ile tanışır.




Etliye sütlüye ve hatta her bir şeye karışacağı bir hikayenin içinde bulur kendini. Taxi Driver'a benzeyen kısmı ise, hayatına saf bir kadın/kız'ın girmesiyle dünyada herşeyi boşvermiş bir adamın onu korumak için nelere kalkışabildiğini, adaletsizliğe karşı birden en cevval savaşçı kesildiğini görmemiz. Şiddet dibine kadar var ama hak ettiğini düşündüğünüz kişilere karşı... Ohh iyi yaptın dedirten cinsten. Filmin bence çok güzel olan soundtrack'inden bir parça ile özetlemek gerekirse...


College feat. Electric Youth - A Real Hero .mp3
Found at bee mp3 search engine



4 Ekim 2011 Salı

aranofsky'den nuh'un gemisi

13 yaşından beri Nuh'un hikayesini hayata geçirmenin hayalini kuran Darren Aranofsky, önce çizgi roman ardından da çok pahalı bir film projesi ile hayalini gerçekleştiriyor.
Çizgi roman için Kanadalı sanatçı Nico Henrichon ile birlikte çalışmış, 7 Kasımda piyasaya çıkacağı söyleniyor.



Film ise daha büyük bir heyecan sebebi. Her türlü alt yapı hazırlığı biter bitmez proje hayata geçecek hatta Noah rolü için Christian Bale'in adı geçmeye başlamış bile. Nuh'un Gemisi hikayesi her zaman gizemli olmuştur. Bir sürü filme ilham kaynağı olmuş, yüzlerce binlerce göndermeye konu olmuştur ama birebir hikayenin kendisini çekmek, Kuran'dan ve İncil'den faydalanmak, tamamen özüne inmek çok daha cesur bir hareket.
Elimizde şimdilik sadece çizgi romanın tanıtım videosu var. Bir de Noah'nın konsept çizimleri için Nico'nun sitesini ziyaret edebilirsiniz.



3 Ekim 2011 Pazartesi

opening titles 2 [Delicatessen] [James Bond]

Filmin jeneriği benim için bir davetiye gibi ya da vitrin. İçerde ne olduğunu merak ettirsin, canımı çektirsin işte. Daha makbul oluyor.
Bir de yaratıcı film jenerikleri kısa yoldan ilham veriyor. En sevdiklerimden...





Jenerikleri filmin kendisinden her zaman daha iyi olanlar da var.
James Bond'da nerden nereye gelinmiş bakınız ilk ve son 007 jenerikleri.




28 Eylül 2011 Çarşamba

emek sineması vs. film ekimi

Film Ekimi yaklaşıyor. 8-15 Ekim arasında Cinebonus katkılarıyla... Bu durumu protesto eden Emek Sineması'nın ise geçerli sebepleri var. Bu sabah bana gelen e-postayı aynen paylaşıyorum. Bilmeyenler de bilsin.


 Merhaba,

Yeni bir film sezonu Film Ekimi'yle acilirken sinema sektorunde farkli bir
korku filmi vizyonda.

Emek yikim projesinin bas aktorlerinden Cinebonus'un sahibi Mars
Entertainment'in  AFM'yi de almasiyla sinema salonlarinda tekel konumuna
geldigi yonundeki haberler maalesef basinda ve sinema basininda birkac
yaziyla sinirli kaldi. Bu konuda bilgi veren iki yazinin linki sitede
mevcut, sinemaya gidiyorsaniz mutlaka okuyun!

Hasilat ve movieplexler icindeki orani itibariyla sektorun sirasiyla %50 ve
70'ini elinde bulundurdugu yazilan Mars Entertainment hangi filmlerin
gosterilecegi konusunda ciddi bir karar mekanizmasi oldu! Ayrica bu
durumun bilet fiyatlarina gelecekte olumsuz yansimasi ihtimali de cabasi.

Birlesmeyi rekabet kurulu inceliyormus ama pek cok sinema seyircisi bu
durumdan maalesef habersiz.

Bu gercekler ortadayken, IKSV'nin Emek sinemasi yikim projesinin bas
aktorlerinden Cinebonus'u Film Ekimi'ne bu sene de dahil etmesini protesto
ediyorum.

Emekseverlerin bu korku filmini gormeleri dilegiyle,

Mehmet Kurtkaya
Emek Yasamali, Emek Film Merkezi olmali!

27 Eylül 2011 Salı

bir zamanlar anadolu'da

Sevgili sinefil yavruları, çok uzun bir ara vermiş olabilirim ama geri döndüm. Hem de dönüşüm muhteşem oldu çünkü sezonu Nuri Bilge Ceylan sinemasıyla açtım.


Yazın gevşemiş gönül yaylarını, boşvermiş tüm yanlarını toparlamak, silkinip kendine gelmek için birebir. 2,5 saat süren saf sanat...
NBC tarzını sevmeyenler için yeni bir işkence ama benim gibi sevenler için ciddi bir açılım olmuş bu film. Klişe tabiriyle artık olgunluğunun zirvesine ulaşmış bir NBC var karşımızda.
Öncelikle bugüne kadarki en fazla diyalog içeren filmi diyebiliriz. Hatta en çok espri ve gülmece de burada. Ama bu sizi yanıltmasın o meşhur "taşra sıkıntısı"nı da en ağır şekilde veriyor.  Hatta öyle ki bazen siz de Anadolu'nun o ücra köşesinde bir avuç depresif adamla bir aradaymışçasına daralıp, tamamen hikayenin içine girebiliyorsunuz. Başarısı da burada. Her zamanki gibi fotografik açıdan mükemmel kareler uzun uzun izlemeniz için geçit töreni yapıyor gibi.



Filmin hikayesi, işlenen bir cinayet üzerine cesedin peşine düşen bir grup adamın yaşadıkları olarak özetlenebilir. Bir polis, bir savcı ve bir doktor. Yılmaz Erdoğan polisi oynuyor, filmi başından alıp belli bir yere kadar o getiriyor. Oyunculuğu kusursuz. Tam bir duygusal, fevri ve iyi niyetli Anadolu adamı. Savcı rolünde Taner Birsel kaskatı bir tipleme çiziyor. Neredeyse korkunç... Yüzündeki yaralar, film ilerledikçe anladığımız ölen karısıyla olan ilişkisi, duygusuzluğu daha doğrusu duygularını içine gömmüşlüğü insanın boğazına düğümleniyor böyle devamlı yutkunası geliyor insanın onu izlerken. Derken doktor rolünde Muhammet Uzuner. Onun da acıklı bir hikayesi var. NBC hiçbirinin hikayesini açık etmiyor. Bir bakış, bir söz bu adamların tüm hikayesini çözmek için size verilmiş ipuçları. Eve gidince düşünün isterseniz. Ama başrolleri hemen geçmek istiyorum çünkü bir yan roller zenginliği var ki akıllara zarar. Muhtar rolündeki Ercan Kesal beni benden aldı. Gidip ikametgah çıkarasım geldi o derece mi gerçek olunur. Sanki bir sürü kamera yok orada, sanki sana bakan yüzlerce göz yok. Aynısı otopsi yapan adli tıp asistanı için de geçerli... Bu iki insandan ürktüm biraz ne yalan söyleyeyim.


Bunun dışında film sayısız göndermelerle, sembolik anlatımlarla dolu. Ölen adamın kıyafetinin ve tipinin Recep İvedik'le aynı olması gibi... Erkeklerle geçen 45 dakikanın sonunda filme ilk giren kadın karakterin (ve son) elinde ışıkla gelip erkeklerin dünyasını aydınlatması gibi... Dediğim gibi NBC sevenler için açık büfe, ultra her şey dahil bir fırsat ama biraz bile şüphesi olanlara çok uzun gelecektir. İtiraf etmeliyim ki bana da uzun geldi. Bazı sahneler hiçbir şeye hizmet etmedikleri halde tüm uzunluklarıyla orada, karşımızda duruyordu. Ama filmin tek kusuru da bu. NBC kendi bile demedi mi Cannes'da? "Benim uzun filmime tahammül ettiğiniz için teşekkür ederim" diye. Zevkle izledik ne tahammülü.

Not: Katil rolündeki Fırat Tanış'a sıra gelmedi sanmayın. O filmin en başından beri kapkara gözleriyle hiç konuşmadan o kadar çok şey anlatıyor ki. Toplam 2 cümle ya ediyor ya etmiyor ama varlığı filmin tüm karakterini belirlemiş: Karanlık, hüzünlü, erkeksi, bol hikayeli.

26 Nisan 2011 Salı

cell 211

Cell 211. İspanyol filmi. İzlediğim en özgün hapisane senaryolarından biri diyebilirim. İlk iş gününde mahkumların çıkardığı cezaevi isyanının orta yerinde kalan bir gardiyanın hikayesi. Çok zekice. Kaliteli aksiyonu özleyenlere şiddetle tavsiye.

22 Mart 2011 Salı

animal kingdom 2009

Geçen sene Sundance'te dünya sineması kategorisinde en iyi film ödülünü aldı. Bu sene İf!'in hit filmlerinde yer alan merak konusuydu. Geçen akşam bir baktım digi digi digi... festival kanalında. Akşamımı kurtardı diyebilirim. Avusturalya aksanı yüzünden alt yazıya mahkum olsam da çok iyiydi.


Melbourne yeraltı dünyasında, suçun her türlüsüne bulaşmış çarpık bir ailenin hikayesi. Aslında onların içine sonradan ve mecburiyetten giren küçük yeğenin hikayesi... Oldukça karanlık, sert uçlara gitmekten hiç çekinmemiş bir senaryosu var. Hollywood yapımı cilalı crime hikayelerini cebinden 1000 kere çıkarır çünkü gerçekliği en ücra köşelerine kadar gösteriyor. Alışık olduğumuz klasik mafya, suç, aile tadından çok uzak çok daha acı ve ağızda da öyle bir tat bırakıyor.


İçinizi iyice karartmak, insanın aslında ne kadar hayvan olabilme potansiyeline sahip olduğunu bir kez daha görmek için birebir.
Şurada Yönetmen David Michod ile bir röportaj mevcut.

20 Mart 2011 Pazar

the secret in their eyes

Bugünkü filmim geçen senenin en iyi yabancı film oscar'ını alan The Secret in Their Eyes/El secreto de sus ojos.
Çok başarılı bir Arjantin filmi. İçinde her şeyden biraz olan filmleri seviyorum. Aşk, cinayet, gerilim, komedi... Bence yapması çok zor bir karışım. Tuttu mu da şahane oluyor. 



Arjantin'in yozlaşmış yargı ve emniyet sisteminin içinde, sadece adaleti arayan emekli olmuş bir hukuk adamının öyküsü... Yıllar önce işlenmiş fakat suçluların bulunamayıp üzeri kapatılmış bir cinayeti adamımız hiç unutmuyor. Emekliliği geldiğinde bu olaydan yola çıkarak kendi kitabını yazmaya başlayıp tekrar eski dosyaları açıyor. Bu sırada yıllardır ümitsizce aşık olduğu üstü ile de tekrar bir araya gelişi, sınıf farkının günümüzde hala imkansız aşklar yaratabildiğini şairane anlatıyor. Baştan sona soluksuz izlenir, keşke bitmese denir böylelerine. 



Başrollerdeki  Ricardo Darín, Soledad Villamil'in ilginç orta yaş insanı çekicilikleri de ayrıca hoş. 

22 Şubat 2011 Salı

hysterical blindness 2002

Hep yeni ve gözde sinema filmlerinden ya da festival festival gezen yüksek entel beğenisine hitap eden filmlerden mi söz edeceğiz? İşte size çok sevdiğim bir TV filmi. Uzun zaman önce izlemiştim dün akşam digi sağolsun tekrardan izledim. Uma Thurman'ın en iyi performanslarından birini bu mütevazi filmde sergilediğini kim derdi ki...


Küçükken babası tarafından terk edilen ve bu sayede kendine güvenini tamamen kaybetmiş, nemfoman Debby ve genç yaşta çocuk sahibi olmuş arkadaşı Beth (Juliette Lewis) alt sınıf Amerikalı genç kadınlar olarak "sadece eğlenmek istiyorlar". Debby'nin acınası bencilliği, kendini sevmeyişi ve bu sebeple de kimseye kendini sevdiremeyişi o kadar dokunaklı ki... Her kadının kendini bir çöp gibi hissettiği dönemler olmuştur işte Debby bunu hayatının her anında yaşıyor ve izlerken size de yaşatıyor.
Onunla birlikte acı çekiyor ya da hissizleşiyorsunuz. Uma Thurman'a hakkını verdiğimiz nokta da burası zaten.


80'lerde geçtiği için ayrıca kostümleri ve müzikleriyle de çok eğlenceli.
Girls Just Wanna Have Fun, ancak bu kadar ironik bir şekilde yakışabilirdi bir filme.
Digi'de oynuyor yakalarsanız "amaaeeen bu ne yaa" deyip geçmeyin diye yazdım.

18 Şubat 2011 Cuma

rubber

!f İstanbul'un bu seneki en acaip filmlerinden birine bakın. B filmleri sevenler kaçırmasın. Daha da gelmez bizim sinemalara. Katil araba lastiği... Çok iyiymiş.

17 Şubat 2011 Perşembe

opening titles

Yeni bir bölüm açıyorum. En sevdiğim opening titles bölümü. Bir kitabın ilk cümlesi ne kadar önemliyse bir filmin de aslında sizi hazırladığı yer, yani girişi çok önemli. "Beni izle pişman olmayacaksın" diyen opening titles'lar gelsin. Sizin favorileriniz hangileri onları da merak ederim.

Filmin kendisi kadar güzel bir açılış. Şiirsel... The Fall. Müziğe bak. Eşşeksiniz Tarsem.

8 Şubat 2011 Salı

2,5 film birden

Pazar gününü tamamen yatay şekilde geçirmeyi başardık ve bu sırada filmler izledik tabi. Beğeni sıralamasına göre şu şekilde.
1. film uzun zamandır izlemek kısmet olmayan Ip Man.
Bruce Lee'nin dövüş ustası İp Usta'nın hikayesini anlatıyor. Harika Kung Fu becerileri olan İp Usta'yı izlerken bunun gerçek bir hikaye olduğuna ve böyle dövüşen birinin olabileceğine insan inanamıyor. Çok başarılı yakın çekimlerle mis gibi kotarılmış bir film. İkincisi de var şimdi sıra onda. İp Man'ı tavsiye ediyorum.


2. film 2009'da !f İstanbul'da gösterilen Berlin Calling. İsminden de anlaşıldığı üzere Berlin'de geçiyor. Elektronik müziğin beşiklerinden biri olan Berlin'de 16 yaşından beri dj'lik yapan Martin aka Dj İckarus'un uyuşturucu ile sınavı olarak özetleyebiliriz konuyu. Kullanmadığı uyuşturucu kalmayan İcka sonunda tabir-i caizse kafayı sıyırıyor ve kendini bir rehabilitasyon merkezinde buluyor. Bu sırada patronu ve sevgilisi tarafından da terk ediliyor ve hastanede kendini tekrar bulmaya çalışıyor. O kadar güncel bir hikaye ve ortam var ki filmde, bu şekilde kendini izlettirmeyi başarıyor ama gereksiz uzun sahneler yok değil. Filmi illa izleyin diyemem ama soundtrack başarılı.



3. film ise (başlıktan da anlaşıldığı gibi yarısında uyuya kaldığım) Oscar adayı Winter's Bone.
Kötü. Kötü. Kötü. Acımasız olacağım izninizle. Bana hiçbir şey anlatmadı bu film. Yakalayamadı. Ki ne depresif, ne ağır, ne uzaklara bakmalı filmlere alışık bünyem bile bu Amerikan kabusunu kaldırmadı. Belki de çok fazla Amerikalı olduğu için bizim çok uzağımıza düştü ama sonuç itibariyle tavsiye etmiyorum. Aylar önce burada heyecanla bekliyorum diye yazdığım filmler de bazen böyle hayal kırıklığı yaratıyor işte napacaksın.

Hiç kızın güzelliğine falan aldanmayın. Kurtarmıyor.


2 Şubat 2011 Çarşamba

I miss you miranda july

2005'te Me and You and Everyone We Know gibi tatlı mı tatlı bir film yaptı, ağzımıza bir parmak bal çaldı sonra da sinema ortamlarından yok oldu. Miranda July, hikaye kitapları, sanat faaliyetleri ile hep var ama ben ondan film istiyorum. Sonunda Yasemin'den öğrendim ki 2011'de yeni bir filmle geliyormuş. The Future.


"30'lu yaşlarındaki bir çiftin, hasta bir kediyi yanlarına almaları sonucunda gelişen ilginç olaylar" olarak özetleyebileceğimiz bir konusu var. Ama eğer Miranda'yı izlediyseniz konunun çok da önemli olmadığını bilirsiniz. Sundance 2011'de ilk gösterimi olacağına dair dedikodular doğruysa biraz daha bekleyeceğiz. Müziklerini  de Jon Brion yapmış. Sabırsızlanıyorum. Sonuçta seviyorum bu kadını.

27 Ocak 2011 Perşembe

dogtooth (2009)

Geçen gün bahsettiğim acaip filmi, en iyi yabancı film dalında Oscar'a aday olunca izlemek iyice farz oldu. Evet çok ilginç, şaşırtıcı bir bakış açısı var zaten 2009 Cannes'da "un certain regard" yani "belirli bir bakış açısı" ödülünü almış. Ama o kadar.
Semih Kaplanoğlu'nun Bal'ının aday olamadığı bir yerde bu filmin ne işi var dedirtiyor.


Filmin konusu kısaca şöyle: 3 ergen çocuğunu, dış dünyadan izole bir şekilde, tamamen farklı kurallar ve hatta farklı kelime hazinesi ile yetiştiren bir ailenin hikayesi. Hakikaten ilginç detaylarla dolu. Çocukların hiçbir şeyden haberi yok. Garaj kapısından çıktıkları anda öleceklerini, kedinin dünyanın en tehlikeli hayvanı olduğunu, penisin kulak, tuzluğun telefon olduğunu, evden ayrılma zamanlarının köpek dişleri düşünce geleceğini sanıyorlar. Gökyüzünden bir uçak geçtiği zaman ise onun bahçelerine düşmesi için dua ediyorlar.

İzlediğim en garip şeylerden biriydi. Toplum olmasa ya da tamamen bambaşka kurallar olsa onlara da körü körüne uyabileceğimizi gösterirken, doğru ve yanlışın ne olduğunu yeniden sorgulamamızı sağlıyor.
Bana zaman zaman Passolini'nin Salo'sunu hatırlattı. Salo çok daha sert bir film olmasına rağmen bir eve kapatılmış ve faşist kurallar ile güdülen gençlerin varlığı ortak bir noktaya değiniyor gibi geldi.
Farklı bir şey görmek için izleyin. Rahatsız edici sahnelere dayanamayanlar uzak durun.

24 Ocak 2011 Pazartesi

[gerçek hikayeler] 127 hours / temple grandin

İki gerçek hayat hikayesi... İki gün üst üste... Biri 127 hours diğeri Temple Grandin.




127 Hours Danny Boyle'un artık şüphesizliğinin kanıtı gibi olmuş. Şüphesiz iyi müzik, şüphesiz iyi (ve özgün) bir hikaye anlatımı, şüphesiz iyi bir görsellik. Gerçek hikayeleri anlatmanın her zaman daha zor olduğunu düşünüyorum. Hele de bu hikaye "kanyonlarda keşif gezileri yapmaya tutkuyla bağlı bir adamın bir gün kayalar arasında sıkışıp burada geçirdiği 127 saat" gibi son derece durağan olma riski taşıyan bir hikaye ise... Ama Danny Boyle çok leziz anlatmış Aron Raltston'un gerçek hikayesini. Hayalle gerçek arası gel gitleri oldum olası sevdiğim için resmen bazı sahnelerde en sevdiğim çikolatadan ağız dolusu yiyormuşum gibi hissettim. Aron rolündeki James Franco da pek yakışmış rolüne.




Danny Boyle'u neden sevdiğimi de keşfettim bu filmle. Aslında çok dramatik hatta trajik sayılabilecek durumları kendine has hafife alan (olayın önemini aşağılamak anlamında değil) bir tarzla anlatıyor ve bu da filmi izlenir kılıyor bence. Kesinlikle izleyin. Sonunu bilseniz bile...

İzlediğim diğer gerçek hayat hikayesi ise Temple Grandin adındaki otistik bir kadının 50'lerde başlayan 70'lerde devam eden başarı hikayesi. Claire Danes başrolde otistik rolünü şahane oynuyor. Otistik birinin hikayesini izlerken otizmin de aslında ne olduğunu anlatıyor film.



İzlemesi çok keyifli. İnsan beyninin acaiplikleri ilginizi çekiyorsa ve klasik, "tüm zorlukları yenerek, kendilerini aşmayı başaran insanların göz yaşartan başarı hikayeleri"ni seviyorsanız mutlaka izleyin.
2010 filmi olmasına rağmen hiç duymamıştım. O yüzden Volkan'a teşekkür eder çok yakında burada sizlerle olmasını ümit ettiğim bir acaip filmi izlemek üzere iyi geceler dilerim.

10 Ocak 2011 Pazartesi

14 actors acting

NY Times Hollywood özel sayısı için bu fetiş projeyi hazırlamış. Klasik portre çekimleri yerine 14 oyuncu, Owen Pallett'in harika müzikleri eşliğinde "oyunculuk" yapıyor. Bu sadece bir tanesi... Hepsi burada
Keyfini çıkarın, Zezzou'ya teşekkür edin.

copie conforme 2010

Cnbc-e'nin kadın sesinden: "İran asıllı yönetmen Abbas Kiarostami'den kadın erkek ilişkilerine sanat üzerinden bir bakış..."
Copie Conforme yani Aslı Gibidir, bir sürü büyük vizyon filmi arasından parlayan küçük bir mücevher. Before Sunset ve Before Sunrise'ın biraz daha olgun ve dolgun bir dile ulaşmış hali. Eğer içinde Juliette Binoche varsa o film izlenir teorimi yine doğruluyor.


James Miller (William Shimell), sanata ve orjinal sanat eseri kavramına kalıplaşmış sanatsever bakışının tam tersi bir gözden bakan, orjinal veya kopya fark etmez eğer beğeniliyorsa kopyası da orjinali kadar değerlidir diyen bir yazar... Karısı Elle (ya da karısıymış gibi yapan Julette Binoche) bir sanat eleştirmeni aynı zamanda galerisi olan ve oğlu ile birlikte Toscana'da yaşayan bir kadın...



Film bu iki insanın bir gününü anlatıyor. Öncelikle bu ikisinin gerçekten karı-koca mı yoksa yeni tanışan ama karı-kocaymış gibi davranan "kopya" bir çift mi olduğunu ben gerçekten tam anlamadım. Filmin kendi oyunu da burada saklı zaten. Ama kopya ya da orjinal fark etmiyor çünkü diyaloglar o kadar akıllıca yazılmış  ki (hatta zaman zaman zekamızdan şüphe etmemizi sağlayacak kadar) 15 senedir evli bir çiftin sancılarını içinizde hissediyorsunuz.
Ayrıca Toscana'yı da gezme fırsatı buluyorsunuz. Oralardan yeni geldiğim için midir nedir genel anlamda bu filmi sevdim. Arada bir yorucu da olsa bir şekilde kendini izlettirmeyi başardı. Haftanın tavsiyesi.

5 Ocak 2011 Çarşamba

museo nazionale del cinema

Yeni yılın ilk post'u ile karşınızdayım. Bu sefer "yılbaşında ne yapacaksınız" sorusuna verecek çok havalı bir cevabımız olsun diye 1 hafta İtalya'ya gittik ve 2011'e hepinizden 1 saat sonra girdik, 1 saat daha fazla eğlendik neyse konumuza gelelim. Tümüyle rüya gibi geçen tatilin benim için en parlak anlarından biri de Torino'daki sinema müzesine gidişimiz oldu.
Museo Nazionale del Cinema sadece bir müze değil. İtalya'nın en benzersiz mimari yapıtlarından biri olan Mole Antonelliana'nın içine kurulmuş bir sinefil lunaparkı.


Bu tarihi binayı kusursuz bir sinema tarihi deneyimine dönüştüren isim ise İşviçreli sahne tasarımcısı François Confino. Öylesine güzel bir alan tasarlamış ki sinema tarihinin içinde gezerken onun bir parçası da oluyorsunuz. Müze, sizi hareketli görüntünün ilk keşfediliş yıllarıyla karşılıyor.

Burada benim hareketli görüntüyü ilk keşfediş anımı görebilirsiniz. Lumiere Kardeşlerin ruhuna fatiha okurken sinemanın doğuşunu adım adım izliyorum.
Arka arkaya siyah beyaz mini filmler izliyoruz. 10 saniyelik bir hareketli görüntünün (dans eden bir kadın) 1 yılda yapıldığını görüyoruz 'vay be' ler havalarda uçuşuyor.

Bu müze daha çok sinemanın doğuşu ile ilgili yaşattığı yolculukla büyüledi beni. Evet Superman'in kostümü, Robocop'un kıyafeti gibi değerli parçalarla güncel sinemayı da barındırıyor fakat İtalya'da olmasının verdiği doğal sonuç: tarih, keşifler, ilk kameraların nasıl bulundukları, eski çizimler, sinemada ışık, kostüm, oyunculuk, yönetmen, montaj gibi temel konuların ilk iyi örnekleri ve bunlar gibi birçok büyüleyici detayla dolu.


Örneğin kocaman bir yatakta yatıyorsunuz ve tavandaki büyük ekrandan sinema tarihindeki "yatay" sahneleri izliyorsunuz. Ya da klozet şeklindeki sandalyelerde oturup, durum komedisinin en iyi örneklerini izliyorsunuz.
En sonda da bir asansörle binanın en tepesine çıkıp Torino'ya yüksekten bakıp bir kez daha başınız döndükten sonra bir heves müze dükkanına doğru yöneliyorsunuz.
Müze ile ilgili tek hayal kırıklığı bu dükkan. Çünkü ufacık ve içerde sadece İtalyanca kitaplar var. Hiçbir şey almadan çıktım ve bir şey alabilmek için gerçekten çok zorladım kendim.
Sinemayı seven birinin kendini lunaparktaki çocuk gibi hissetmesi garanti bu müzede. Tamam Roma'sı Venedik'i Floransa'sı olabilir ama Torino da sırf bu müze için bile olsa görülmeye değer.

Gündemi yakalamak için edit:

Burası hareketli görüntülerle yapılan ilk porno-erotik filmlerin bulunduğu bölüm. Adamlar 1800'lü yıllarda başlamış biz bugün 2011'de üniversite hocalarını kovuyoruz. O da ayrı mevzu.
Erinç için 1800, 2011 fark etmiyor o da apayrı mevzu.